
“Entelektüel özgürlük maddiyata dayanır. Kadınların sahip olduğu entelektüel özgürlük, Atina’daki kölelerden daha azdır. O zamanlar kadınların şiir yazma konusunda en ufak bir şansları bile yoktu. Para ve insanın kendine ait bir odası olması gerektiğini üstüne basa basa söylememin nedeni budur."
Virginia Woolf – Kendine Ait Bir Oda / A Room of One’s Own
20. yüzyılın en önemli modernist romancılarından kabul edilen Virginia Woolf'un aynı isimli kitabından yola çıkan sergi, kültürel tariflerin etkisiyle eve, bedenine ya da belli bir role hapsolmuş kadınları inceliyor. Woolf, kurgu ile gerçek arasında gidip gelen hikayeler üzerinden sanat dünyasında, özellikle edebiyatta kadın olmanın dezavantajlarını ve kadının yaratıcı doğasına daha yakın olması için ihtiyacı olan bazı çıkış yollarını anlatıyor. Woolf'un 1928 yılında kız öğrenci kabul etmeye başlayan Cambridge Üniversitesi'nde yaptığı konuşmasından yola çıkarak yazdığı bu kitap bugün hala kadının toplumsal konumuna ışık tutabilecek nitelikte. İngiltere'de dönemin önemli erkek yazar, şair ve eleştirmenlerini kadınlara karşı tavırları nedeni ile eleştiren Woolf, bir kadının özgürce yazmak için kendilerine ait bir odalarının ve ekonomik bağımsızlıklarının olması gerektiğini söyler. 1500'lü yıllarda Shakespeare'in bir kız kardeşi olsa ve aynı metinleri yazsa, adını tarihe aynı şekilde yazdıramayacağını, çünkü kadınlara hak görülen yaşam koşullarının ve erkekten alması gereken izin ve onayların bunu durduracağını savunur.
İngiltere'de kadınların seçme ve seçilme hakkını elde etmelerinden bir yıl sonra yayımlanan bu kitaptaki fikirler, sergide yer alan sanatçıların kimi zaman kişisel deneyim, kimi zamansa tarih ile kurguyu harmanladıkları eserleriyle yeniden hayat buluyor. Dört kadın fotoğrafçı, farklı coğrafyalara ait kültürel tariflerle inşa edilen kadın rollerinin içinde hala aynı değer yargılarıyla kısıtlanan hayatları sorguluyor.
Kişisel deneyimlerinden yola çıkarak oluşturduğu "Mülksüzler" isimli projesinde Cansu Yıldıran, Karadeniz yaylalarında kadınların mülk sahibi olma hakkından yoksun bırakılması üzerinden cinsiyetler arası sınıf ayrımını inceliyor.
İstanbul'da yaklaşık olarak iki yıl yaşayan Alman fotoğrafçı Charlotte Schmitz, "çok güzelim, çok" isimli projesinde Balat'ta komşusu olan kadınların özel yaşamlarını belgeliyor. Yaşamlarının çoğunu evde geçiren kadınların bu mahrem alandaki gündelik ve törensel aktivitelerini, güzellik tutkusunu, kurgu kimlikler inşa ederek hayal kurma arzusunu onlardan biriymiş gibi fotoğraflıyor.
Ortadoğu'daki sosyal meselelerle, özellikle de kadınlarla ilgili çalışan İranlı sanatçı Tahmineh Monzavi adını İran'daki eski bir güzellik yarışmasından alan "Crown Giver" (Taç Giydiren) serisinde kadınların güzellik anlayışını İran'daki sosyal konumları üzerinden yeniden yorumluyor. Afganistan'da çekmiş olduğu fotoğrafta ise savaş sırasında harabe haline gelen Afganistan eski parlamentosunda "robab" çalan bir kadını görüyoruz. Monzavi savaşın mimari ve insan üzerindeki izlerini belgeliyor.
Meltem Işık "Aynı Nehirde Bir Daha" adlı serisinde kişinin bedeniyle ilişkisini, aynı anda hem gören hem görülen olma özelliği üzerinden araştırıyor. Sıradan olanı mercek altına aldığı işleri, insanın kendisini harici araçların yardımı olmaksızın bir bütün olarak görmesinin imkansızlığı fikri etrafında şekilleniyor.
Leica Galeri İstanbul
Silahşör Caddesi, Birahane Sokak, No:1/C, Bomonti/Şişli
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder